Prof. Dr. Şaban Ali DÜZGÜN / YÖK’ün İlahiyatlara İlişkin Erk Kullanımında Yöntem ve Ahlak
Bu yazı İlahiyat Fakülteleriyle ilgili tasarruflarda bulunan YÖK’ün tutumunu teolojik olarak değerlendirmekte ve bu Kur’an-ı Kerim’in yönetim erkini elinde bulunduran insanların içine düştükleri veya düşürüldükleri bir hâle dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Bize ışık tutacak ilk ayet-i kerime şu şekildedir:
“Onların yanına yanaşıklar/ kötü danışılanlar yerleştirmişizdir. Geçmişlerini ve geleceklerini onlara güzel gösterirler. … Doğrusu onlar kaybedenlerden olmuştur” (Fussilet 41/25).
Ayet-i Kerime’de ‘kuranâ’ terimi dikkatimizi çekmektedir. Türkçemize ‘yanaşıklar’ şeklinde tercüme edilen bu terim, müşavereyi, danışmayı bir kenara bırakan ‘ben yaptım oldu’ mantığıyla hareket eden insanları tanımlamaktadır. Ayet, işin ehline (ya da bu ehil insanları yetiştiren tarihe, kültür kodlarına, geleneğe) danışmadan, vesayetçi buyurgan bir tavırla işleri kotaracağını düşünen bu insanların, yaptıkları işleri süsleyerek insanlara cilalanmış yarınlar sattıklarından bahsetmektedir. Oysa onların bu davranışı herkesin kaybıyla sonuçlanan bir süreci tetiklemekten başka bir işe yaramamaktadır.
Onlara doğru yol gösterilir; ama onlar körlüğü doğru yola tercih ederler. Kazandıklarının karşılığı olarak utandırıcı bir azabın kurbanı olurlar” (Fussilet 41/17). Müslüman coğrafyanın her köşesinde hepimizi utandıran, anlamakta ve açıklamakta zorlandığımız bunca olayı yaşıyor olmamızı başka nasıl izah edebiliriz?
Yasama/kanun koyma sürecinde Hz.Peygamber’e, ‘kamuyu ilgilendiren konularda onlara danış” (ve şâvirhüm fi’l-emri (Al-i İmran 3/159) emri, İlahiyat Fakültelerinin programından ismine kadar tasarrufta bulunanlara hiçbir şey anlatmaz mı? Her şeyi vahiyle çözme imkânının olduğu bir zamanda Hz.Peygamber’in insanlara danışarak iş görmesini emreden ayetleri bir düşünce ve davranış ilkesi olarak öğrencilerine anlatan İlahiyat camiasının bu emr-i ilahînin gereği olarak, kendilerini ilgilendiren konularda kendilerine danışılarak kararlar alınmasını talep etmesinden daha doğal ne olabilir?!
İnsanı insan yapan ‘aklı ve düşünmesi’ ise, ona onurunu kazandıran da kendisini ilgilendiren konularda ne düşündüğünün ona sorulmasıdır. Sürü mantığıyla hareket eden, her türlü buyurganlığa zihni ve bedeniyle hazır kıta bekleyen kalabalıklar, Kur’an’ın reddettiği insan tipleridir. Bakara suresi 104. ayet bu sürü mantığına karşı bizi uyarmaktadır:
“Ey inananlar! Bizi güdün, demeyin. Bizimle münazara/müzakere edin, deyin. Bu davranış ahlakını inkâr edenlere/üstünü örtenlere can yakıcı bir hayat vardır” (Bakara 2/104).
“Ben yaptım oldu’ demenin ve ‘insanlara vesayet uygulama’nın Kur’anî karşılığı istikbar’dır. “Onlar büyüklük taslasalar da (elindeki yetkiyi hesap verme duygusundan azade bir şekilde kullansa da) Rabbinin katında yeri olanlar (yaptıkları işlerde Allah’ın rızasını ve insanların yararını ön planda tutanlar) hiç usanmadan gece gündüz görevlerini yerine getirmeye çalışırlar” (Fussilet 41/38). Kur’an’ın özgürleştirici soluğunu içinde taşıyan bir mümine yakışan, her türlü vesayeti ve dayatmayı reddeden bir ahlakla işini yapmasıdır.
“Rabbimiz Allah’tır” diyenlerden Allah, bu sözün gerektirdiği ‘ girişimler’ beklemektedir (Fussilet 41/30). ‘İstikamet’ olarak Kur’an’da kavramsallaşan bu terim, bir işin taraflarını ayağa kaldırmak, bütün süreçleri işleterek en doğru olanın ortaya çıkmasının önünü açmak demektir. Kelimenin kökü ayağa kalkmak, ayağa kaldırmak, dik durmasını sağlamaktır. Kur’an-ı Kerim, inisiyatiflerini bu şekilde kullanan toplumlar için bir korku ve kaygının bulunmadığı cennet misali bir yaşam vadetmektedir (Fussilet 41/30).